ÖLÜM YOLU

Seferberlik ilan edilmiş, muhacirlik yılları gelip çatmış, artık halkın daha güvenli bölgelere intikal etmesi gerekiyordu.  Yıllarca beraber yaşayan insanlar birbirine düşman olmuş. En önemlisi güven kaybolmuştu. Nüfus kâğıdının olmadığı zamanlar artık her gün birileri kaybolmaya başlamış, yaşanılası köy artık terk edilesi olmuştu. Birkaç sülale bir olup, Anadolu’nun daha güvenli bölgelerine doğru yola çıkmışlardı. 

Büyüklerimizin o yolculuk yaptıkları izleri aramak da bana düştü.  

İki günlük çıkınımı sırt çantama koyup yola koyuldum. Kangel virajlarını, arkamda dost bildiğim düşmanlar varmış edasıyla hızlı adımlarla çıktım. Gün ağarmak üzereydi. Kuş sesleri uzaktan gelen köpek havlamalarını bastıradursun eski at yolu üzerindeki çamurlu sular hayat suyu görüntüsü veriyordu. Eski patika yer yer taş kaplanmış, su birikintileri oluşmasın diye de akar verilmişti. Şimdilerde teknoloji bile bu kadarını düşünememiş doğrusu. 

Sabah ezanından beri yürüyordum, yolumun uzun ve meşakkatli olduğunun bilincindeydim ama başlangıç noktasından beri dik bir dağı tırmanıyordum. Çağlı Hanlarına yaklaşmış ve yorulmuştum.  Horozların  ötmesinden şenlik bir yere geldiğimi anlamıştım. Han sahipleri daha dükkanlarını açmamıştı. Sadece fırının bacası tütüyordu. Ama fırının evin içerisinde olduğunu bildiğimden kapıyı çalma cesaretim yoktu. Bir de siz, köpeklerin beni karşılamasını göreceksiniz, gülersiniz ağlanacak halime, bu kadar sevildiğimi bilmiyordum. Kudurasınız inşallah it soyları... 

Sabah yemek işini Üç Pınar’a bırakmıştım. Kahvaltı demiyorum çünkü kavurmalı yumurta olsa olsa yemek olur. Az kalmıştı, varmak üzere idim. İsmail Abimin bacasının dumanı görünmüş, pide kokusu burnumda tütmüştü. Yolun üzerinde atmacalar ilk rızıklarını kendi yasalarına göre paylaşırken yanlarından geçtim, fark etmediler bile. Konu ekmek olsa da güvenliği elden bırakmamak gerek. Üç Pınar Hanı’ndan içeri girdim, soba yanıyor, postun üzerinde uzanmış bir amca belini ısıtmakla meşgul. Hemen fırına daldım, pide sıcak kavurma üzerine iki yumurta, onun üstüne de... Bir su bardağı çay neyine yetmez?

Güzel bir yemek faslından sonra matarama sıcak su doldurup Ziganoy Yaylası tarafına Kuştul’u hedef alıp yola vurdum. Sırt çantam artık bana yük bile gelmiyordu. Sırtımda iz yaptı meret benden biri gibi ‘kapli gurbağa’ oldum sankim… Mildere aşağımda kalmıştı. Anlatılanlar aklıma gelince kendime kızmıyor da değilim. Kanepede oturup kahve içmek varken senin neyine ecdadının muhacirlik izi?!

Her gafulun dibinden ayı çıkacak diye bekliyorum. Çıksa da kurtulsam. Uzaktan da olsa Kuştul Manastırı görünmüştü. Heybetli, daha önce gitmememe rağmen manastır olduğunu anladım. Artık ilk hedef göründüğüne göre kahveyi hak etmiştim, kendimi ödüllendirmeliydim. 

Maçka’da gezdiğim manastırların en güzeli ve heybetlisi…
Rivayete göre Ortodoks âleminin din okulu olarak hizmet vermiş.
Sırt çantamı çıkarıp çadırımı kurdum, dinlenmek şart olmuştu.
Uyuyakalmışım, ikindi yaklaşmış, güneş uzun gölgeler bırakmaya başlamıştı. Kahve için sıcak suyu mataramdan doldurup aceleyle içip gitmem gerekliydi. Yoksa geceyi bilinmeyen ve benim de bilmediğim bir yerde geçirmek zorunda kalabilirdim. 

Bir süre sonra bir tepe bitmiş, vadinin ortasında bir dere kenarındaydım artık. Balık çiftliği olması benim gülümsememe sebep oldu, anlaşıldı gene pulli pulli baluklar. Sağ olsunlar, ilgilendiler.

Akşam yemeğimi hazırlamak üzere Kuştul Manastırı’nın yanına doğru tırmanıyordum. Yol dik, ben yorgun, bir şapelin altından geçerken uğrayasım geldi. Tehlikeli bir yere konuşlandırmışlar şapeli, manzara süper, yavaş yavaş hava kararırken gece de sihirli yüzünü göstermeye başlamıştı. Artık kamp alanı diyebileceğim yerdeydim. Düz bir alan, ıssız bir ev ve harabe bir manastır...  

Ayam kararmıştı. Çadırımı kurdum, kahvemi içerek manastırın tepesinden vadi boyu seyre daldım. Kimler geldi kimler geçti, hangi medeniyetler yaşadı ya da yaşayamadı? 

Canım yemek istemiyordu. Çantamdan iki hamsiguşi çıkarttım, kahveyle iyi gitti. Bir ateş yaktım manastırın ocaklığında. Belki kimse yoktu yanımda ama yanımda olmak isteyen ne medeniyetler vardı belki de… Çok yorgun olmalıydım uykum gelmişti. Vakit kaybetmeden uyumalıydım. Karanlık iyice bastırmış, orman içi hayvan ulumaları ve hışırtısı ile sessizliği bozuyordu.

Sabah erkenden uyanmıştım ama kalkacak takat kalmamıştı. Artık yavaş yavaş acıkmaya başlamıştım. Çayımı demleyip mısır unu ile peynirden güzel bir kazıkaldıran yaptım, yanına da mora topladım, şerbet yaptım, ekmek ile mükemmel oldu.

Çadırımı toplayıp, dağı aşıp Galyan Derelerine akmalıydım.
Kapanmış patikalar, “kaybol git” der gibi geçit vermiyordu. Ama çocukluğu dağ patikalarında geçmiş ben, patika kokusunu alınca geçilmez yerlerden geçerim. Yüz metre arayı bir saatte geçsem de eskiden kullanılmış patikaya ulaşmam zor olmamıştı.

Mizmilange dikeni ve şimşir ağaçları arasındaki yolculuğum kayda değerdi. Dik olarak çıktığım rampa bitmiş, Galyan Deresi’ne hakim bir tepeye gelmiştim. Ligarbalar ve moralar etrafımı sarmış, cikcirna kuşu sesleri uzaktan gelen dere sesine karışmıştı. 

Acıkmıştım, yiyeceğim fazla kalmamıştı. Ekmek, ligarba ve moradan oluşan öğle yemeğimi hazırladım. 

Dahası ekmek arası ligarba mora… Ne menü ama di mi? İnişteydim, bunu değerlendirip Galyan’dan Lagana’ya ya da Bakırcılardan Livera’ya geçmeliydim. Hatırladığım kadar Maçkalı annem  ve muhacirler iki gecelemede Livera’ya varmışlardı. Yanlarında köpek, inek, sepet, çoluk çocuk, tava tencere… Düşünsenize sırtında bilekter dolusu yük, arkasında hayvanlar, aklında...

Galyan Deresi’ni aşıp tekrar rampaya vurdum. Yorulmama rağmen Pilav Dağı veya Lagana’ya varmalıydım. Yoksa orman içinde sabahlamak zorunda kalabilirdim. Sırt çantam ağır olmamasına rağmen bağcıkları omzumu kesiyor, çok baskı uyguluyor. Kuştul’dan aldığım alabalıklar hala sırt çantamda idi. Mora yiyerek yaşamak bu olsa gerek, artık karar vermiştim. 

Yaşlı ve sakallı bir karaağacın altında patika üzerine çadırımı kurdum. Yanında su gözesi vardı. Bundan daha iyi bir kamp alanı olamazdı. İkindi vakti geçmiş, annemlerin “kuşluk” dedikleri vakit olmuştu. Kara- tavuklar ötmeye başlamış, akşamın haberini vermişti.  Mis gibi su gözesinin yanında balıkları temizledim, mizmilange toplayıp yıkadım ve kurumaya bıraktım. Orman içinde gezintiye çıktım. Mantar bulmak istiyordum. Çok geçmeden amacıma ulaştım, mis gibi mantarlar beni bekliyordu. Abartmadan üç dört tane alıp ormanda dolaşmaya devam ettim. Hafiften çise başlamıştı. Nereden aklıma geldiyse “elim eline değse bu da nikâh sayılır“ dörtlüğünü mırıldanmaya başladım.  Çadırıma vardığımda bizim lido veya gaşgaş dediğimiz sincapgiller davetsiz misafirimdi. 

Tereyağı, balık, mantar, mizmilange ve yolda topladığım karga soğanını uyumlu bir şekilde tavaya yerleştirdim. Ateşten öksekleri çekip, yavaş pişmesini sağlayıp Tabansız Temel’in yaşamından dinledikle- rimi makaleleştirmeye başladım. Yazması bile güzel, yaşşa Tabansız Temel...

Balık buğulama pişmiş, içecek olarak da mora şerbeti… Daha ne olsun? Açık ateş, çadır, kahve... Sabahın ilk ışıkları ile uyandım. Köylerden gelen ezan sesleri, ormanın doğal sesleri arasında kahvemi hazırlayıp kahvaltı yapmadan, ne de olsa akşamın ağır yemeği bana yetmişti. Çadırı toplayıp, “kara ormanlar” ismini verdiğim bölgeden Pilav Dağı sırtlarına gitmeyi hedefliyordum. Sonradan adının Gelincik Düzü olduğunu öğrendiğim açık alana vardım. 

Maçkalı annemin bahsettiği uzun çam ağaçları arasında yürümeye başlamıştım. Sanki annem beni izliyor gibiydi. Ara sıra arkama dönüp bakıyordum, keşke ama nerdeeee?! Lagana’ya inip oradan Livera’ya üsten inmem gerekiyordu. Tırpan sesleri arasında Livera’ya indim. Çok yorulmuş, o zamanki muhacirlerin fındıklıklardan çıkışını hayal etmiştim. 

Muhacirliği yaşayanlara Allah rahmet etsin,  bu uğurda vatanına dönemeyenlere de mükâfatını Rab’bim versin.