Sabırlar İş Merkezi B Blok Kat:1/4 / Yomra - TRABZON
Sabırlar İş Merkezi B Blok Kat:1/4 / Yomra - TRABZON
Sabahın ilk ışıkları kelifin damını örten hartamaların aralığından içi ‘kırtıl’la doldurulmuş yatağıma vurmaya başladığında söz vermiştim bu sabah koyunlarla birlikte ben de çobanlarla dağlarda dolanacaktım.
Sabah olmuştu
Gün çoktan açmış.
Koyunlar ahırından çıkmış.
Çobanlar çantalarına koydukları bir parça ekmek, yağ ve peynirden oluşan azıkları ile yola koyulmuşlardı.
Oysa akşamdan ocak başında konuşur giderken “bu sabah sizinle ben de gelmek istiyorum” demiştim...
Henüz ateş sönmemiş. Dağın öte yakasından at sırtında getirilmiş kuru çam dalları çatır çatır yanıyordu.
“Olmaz, sen o saatte kalkamazsın” dedilerse de ben ısrar ediyordum bir günlük olsun çobanlık yapmaya.
Bir de ilave ediyordum “uyanamazsam beni kaldırın” diye.
“Tatil dönüşü şehir çocuklarına anlatacak hikayem olsun” diyordum kendi kendime. Çok anlatmıştılar yine
ocak başında kara lamba altında yanan ateşin karşısında laflarken büyüklerimiz...
“Kurtlar sürü halinde bir saldırdı mı sen görsen koyunları korumak için bir aslan gibi kurtların üstüne
atılan bizim Karabaş’ı” diye...
Öylesi bir macera beklentisi içinde gecenin ilerleyen saatinde gökyüzündeki yıldızları tutarcasına
yaklaştığını sandığım güzel bir yayla akşamında kırtıl döşeğine uzanıverdiğimde sabahki hayallerimi
süsleyen rüyalar içinde uyuyuvermişim.
Sabah yine olanca güzelliği ile bize gülümsüyordu.
Yaylanın içinden akıp giden derenin şırıltısı bütün mahmurluğuma rağmen insanı rahatlatan bir eserin
notaları gibi kulağımda mutluluk nağmeleri biriktiriyordu.
Bir günlük çobanlık hayalim sona ermiş, yayladan dönüş günlerim de kısalmıştı.
Sonradan yine o bitmek bilmeyen yayla günleri... Konuşanlardan öğrendim ki sabah sürüyü dağdan
yukarı otlatmaya çıkaran çoban amcamız, horul horul uyuyan benim gibi şehir çocuğunu uyandırmaya
kıyamamış ve her günkü mesaisine gün doğmadan başlamış...
Haftada bir gün köyden gelen kamyonları seyretmek, yaylanın başına kadar gelen kamyonun içinden
bizimkilere gönderilmiş bir çuval var mı diye beklemek bugünkü işimizdi. Öğleye kalmadan karşı tepelerden,
tarladan biraz iyice yollardan o dağları inleten motor sesi ile birkaç kamyonun geçtiğini görmenin heyecanı
sarmıştı bizi. Henüz sevinmek için erkendi ama... Öyle ya hangisi bizim yaylaya gelecekti? O kadar yayla
vardı ki oralarda. Araçlar yanaştıkça bizim yaylanın kamyonunu tanımak mümkündü. Biraz daha zaman
geçtikçe “tamam bu bizim köyün kamyonu” diye sevinen arkadaşların peşine takılıp karşı düze kadar
koştuk. Araba da yolların elverdiği kadar kağnı hızıyla düze kadar yanaşmıştı.
Şoför “herkes alsın yükünü” diye seslendi. Okur yazar olmak lazımdı. Çuvalların üstüne yazılmıştı kimin
kime gönderdiği...
Herkes yükünü aldı.
Karşı düzün bayırlarından keliflerine doğru yöneldi.
Çuvalın birini babam göndermişti. Değirmendere’den kalkan kamyonla birlikte.
Yem yiyecekle birlikte “haftaya gelecek kamyonla sen de dön artık okul zamanı geliyor” diye de bir not
iletmiş bana zarfın içinde...
Bir hafta sonra dönecektik ama henüz bir macera yaşayamamıştık. Günler yayla düzünde top oynamakla,
derede göl yapıp içine girmekle, arada bir yayla camiindeki hocadan ders almakla geçiyordu.
Bir parça peynir ve tereyağı ile yeterince ekmek akşama kadar yetiyordu bize.
Artık akşam olmuştu.
Koyunlar sağılmak üzere pere geldi. Sırasıyla üstü tülbentle kaplı bir kazana sağılan koyunların sütü peynir
olacak, yağ olacaktı.
Günler havanın da ender bulunan güzelliği ile o kadar çabuk ve yaşanası geçiyordu ki...
Trabzon’a dönmeme iki üç gün kalmıştı. Dağ dere tepe gezip top oynayıp dereye girip, gugaga ve ligarba
toplamamıza rağmen şöyle güzel bir macera yaşamamanın üzüntüsüyle akşam olmuştu yine.
O parlak yıldızlar yoktu. Birdenbire gökyüzü katran karası bir hal aldı. İnekler henüz ahıra da girmemiş,
birkaç tanesi karartı halinde uzaktan geliyordu.
Müthiş bir gök gürültüsü ile her bir damlası sanki süt kazanı büyüklüğünde damlalar kıraç yayla toprağına
düşmeye başlamıştı. Rahmetli teyzem “biraz bekleyelim bakalım, ineklerden gelen olur. Olmazsa aramaya
çıkarız” deyince “işte sana macera” dedim Trabzon’a gitmeme iki gün kala...
Ellerimizde fenerler kadın erkek ve bizim gibi çocuklarla gecenin katran karası karanlığında ahırına
gelmeyen inekleri aramaya başladık Zigana Dağının 2300 metre yüksekliğindeki yaylamızda.
Dereye düşsek o kadar ıslanmazdık. Ayaklar su içinde. Fenerler idareli kullanılıyor. “Sarıkız, Yaşmaklı, Alaylı”
sesleri ile inekler çağrılıyor. Büyükler, “bu hayvanlar kendilerini korumak için bir taşın kovuğuna sığınırlar”
demesinin üstünden birkaç dakika geçmeden hayvanlardan birini bulmuştuk.
Bu arada komşu yaylalara yaklaştığımızda, “e gıızz Hatice, ahırına yabancı sığır geldi mi” seslenişine
karşılık alınan cevaplar çoğu zaman umutsuzluk yaratabiliyordu.
O gece o karanlıkta yaylacı büyükler yolu nasıl buluyordular hâlâ anlamış değilim. Hele komşu yaylanın
keliflerine o seslenişler vardı ki bana dayanışmanın en yücesini hissettiriyordu...
O gece iki inek bulundu
Sırılsıklam geri dönüp, ocak başında kurunup yattık.
Sabahın erken saatinde kelifin önünde yine bir hareketlilik...
Meğerse akşam bulamadığımız Aynalı gün açınca kapıya gelmesin mi?
Yarın kamyon gelecek mi düşüncesi ile o günü de arkadaşlarla yağmursuz ama sis ve duman içinde
oynayarak geçirdik.
Sabah hava güneşli idi.
Emektar kamyonun sesi karşı sırtlardan duyulmaya başlandı. Bir şey daha öğrendim, her kamyon ayrı
bir ses çıkarırmış o dağ yollarında, o yüzden arkadaşlar bizim yaylaya gelmekte olan arabayı sesinden
tanıyorlardı.