TRABZON'UN ZOR GÜNLERİ

Bugünlerde dünyanın çeşitli ülkelerine ve toplumlarına yönelik acımasız bombardımanların ve işgal çalışmalarının sonuçlarını büyük bir vahşet örneği olarak değerlendiriyoruz. Lakin, bu acımasız bombardımanlar aslında yeni değil. Birinci Dünya Savaşı yıllarına gittiğinizde de acımasız bombardımanları ve yıkımları görebiliyorsunuz. Dikkatle okunduğunda, 1914 yılından 1918 yılına kadar işgalcilerin Artvin'den İstanbul'a kadar uzanan tüm Karadeniz sahillerine yönelik ağır ve pervasız bombardımanlarıyla tahrip ettikleri ve işgal ettikten sonra mahvettikleri güzelim diyarlardan birinin Trabzon olduğu görülür. Nitekim, Rusların işgal faaliyetleri, 1914-1916 arasında bombardıman edilen ve 18 Nisan 1916'da ise ağır bir işgale uğrayan Trabzon'da büyük bir yıkıma yol açmıştır. Eldekinin ve zamanın kıymetini bilmek için, işgal yıllarının kurşun gibi ağır havasını bir nebze okuyarak teneffüs etmek lazım gelir.

Trabzon'un İşgal Edilişi 

Trabzon’a yönelik olarak denizden ve karadan Rus saldırılarının artması ve Rusların 15 Nisan'da Araklı'yı geçmesi nedeniyle 15/16 Nisan 1916 tarihinde Trabzon Müslümanlarının çoğunluğu tahliye edilmiştir. Şehirde çoğunlukla Rumlar ve Ermeniler kalmıştır. Ruslar Trabzon’a girmeden önce Trabzon Asker Hastanesi’ndeki cerrahi ve tıbbi malzemenin büyük bölümü ile eşya, Görele ve Tirebolu’ya kaçırılmış, nakli imkansız 82 hasta ve yaralı, yerli 2 Rum doktorun bakım ve tedavisine bırakılmıştır. Trabzon’un kara günü olarak bilinen 18 Nisan 1916 tarihinde sabah saatlerinde Rus Komutanı Lyakhov’un Şana’daki karargahına gelen bir Rum heyeti, şehrin Türklerce boşaltıldığını bildirerek Rusları şehre davet etmiştir. 

Heyet, Rus General Liyakhov’dan, fazla tahribat olmaması için Rus ordusunun kenti topa tutmaması ricasında da bulunmuştur. Görüşmeler sonucunda Trabzon’a sadece Rus 5. Kafkas Hudut Piyade Alayı girmiş, Ruslar ana kuvvetlerini şehre sokmayarak batı ve güney istikametinde toplamışlardır. Trabzon’dan batıya çekilen Türk kuvvetleri ise Akçaabat Söğütlü (Kalanima)’de yeni bir savunma hattı oluşturmaya çalışmıştır. 

Rus General Yudenich, Batum’dan bindiği bir torpido ile Trabzon önlerine gelmiş, sabah saatlerinde General Liyahof Trabzon’a girmiştir. Metropolit ve papazlar, Rus askerlerini çiçeklerle karşılamıştır. Bu sıralarda Trabzon Rumları, Rus ordusunun Trabzon’a girişi sırasında hazırlamış oldukları büyük bir Türk bayrağını çiğnenmesi için bugünkü Taksim Caddesi’nin olduğu yere sermişler ancak Rus ordusu kumandanı Viladimir Liyahof, askerlerine bayrağın yerden kaldırılmasını emretmiştir. 

Rus kumanda heyeti kiliseye giderek buradaki ayine katılmıştır. Rus İşgal Kuvvetleri Generali Şvartz, işgalden hemen sonra Rusça, Türkçe ve Rumca bildiri yayınlayarak, Trabzon’da Rus kanunlarının uygulanacağını ve bu kanunlara karşı gelenlerin cezalandırılacaklarını ilan etmiştir. Bundan sonra, daha önceden Türkler tarafından camiye çevrilmiş kiliselerde namaz kılınması yasaklanmış ve bu binalar Rumlara verilmiştir. Trabzon Belediyesi idaresi de Rumlara verilmiş ve Belediye Başkanlığı görevini Metropo- lid Hrisanthos üstlenmiştir. Metropolit Hrisanthos, Trabzon’un işgali esnasında, başta kendisine olmak üzere Rumlara gösterdiği ilgiden dolayı Rus Çarı’na teşekkür etmiştir. 

23 Nisan 1916 tarihinde Trabzon şehir merkezi, Rus kuvvetleri tarafından fiilen işgal edilmiştir. Trabzon’un işgalinin ilk günlerindeki kargaşalıktan sonra sahipsiz kalan Müslümanlara ait eşya ve emvâl-i metruke, çoğu Rum ileri gelenlerinden oluşan belediye meclisince derlenmiş ve toplanmıştır. Daha sonra bu eşya ve mallar nakde çevrilerek bedelleri sözde belediye sandığına aktarılmış, gerçekte ise Rum ileri gelenle- riyle, işgal taraftarların zimmetine geçirilmiştir. Bu grup arasında vaktiyle Osmanlı İslâm taraftarı olarak tanınan Foster, Yorgi ve Avukat Nikolaki Orfanidi gibi şahıslar da bulunmuştur. Öte yandan; işgâl günle- rinde Trabzon’u terk etmek zorunda kalan Müslümanların eşyalarını yağmalayanlar arasında Rum papazlarına da rastlanmıştır. 

Türklerin Trabzon’u terk etmesinden sonra iki gün boyunca şehir yağmalanmış, bu yağmaya daha sonra Rus denizcileri de katılmıştır.

Buna rağmen Rum asıllı Avukat Sokrati, Matbaacı Serasi Efendilerle diğer bazı kimseler ise Türk ve Müslümanların gıyabında insanca ve vicdanlı hareketleriyle temayüz etmişlerdir. Sokrati Efendi, Belediye Meclisinde Müslümanların mallarına ve eşyasına yapılan haksızlıkları kınamış, teşekkül eden mahalli Rus mahkemesinde halkın hukuki sorunlarının çözümünde Mecelle hükümlerinin esas alınmasını kabul etmiştir. 

Rusların Trabzon'a iyice yerleşmeye başlamasıyla Trabzon'da Uzun Sokağın Zeytinlik Caddesi’yle birleştiği yerde bulunan ve Banker Aleksi Kostaki’ye ait konak, Rus karargahı yapılmıştır.

Trabzonlunun Kara Bahtı: Muhacirlik

Rusların Rize tarafından yaklaşan işgal kuvvetleri ve Türk birliklerine denizden bomba yağdıran Rus donanması karşısında gerileyen Türk birlikleri dolayısıyla, Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey'in talimatlarıyla tamamen hareketlenen Trabzon ve civarındaki halkın çoğunluğu, Rus'un etkisinde yaşamaktansa muhacerete başlamıştır. Daha önceleri yani 1877-78 Osmanlı Rus Harbi'nde Doğu Anadolu'nun işgalinin Trabzon'a etkisi, Rusların uzun bir süredir Ermeni çeteleriyle Müslümanlara yönelik ortak hareketleri ve Trabzon'un işgalinden önce Rus donanmasının acımasızca bombardımanı gibi sebepler, Trabzonluların ve yöre insanının muhacirliğe çıkmaları için yeterli diğer sebepler olmuştur. 

Muhacirlik yani göç felaketi esasen 16 Şubat 1916 tarihinde Erzurum'un Rus ordusunca işgal edilmesi üzerine başlamıştır. Erzurum’un düşmesiyle işgale açık hale gelen Trabzon'un durumu, Trabzon’daki ve civarındaki göçü hızlandırmıştır. Doğudan saldıran Rus kara kuvvetleri ve denizden bombardımana girişen Rus donanmasının ateşi arasında kalan Türk sahil cephesinin, Harşit Vadisi’nin batı yamaçlarını tutmak için Hopa-Rize-Trabzon taraflarına doğru çekilmekte olduğunu gören sahil halkı, düşman eline düşmemek  için evini, bağını, her türlü eşya ve malını bırakıp; çoğu yaya, tek tük aileler küçük  yelkenli - lere, bazıları da askerin işine yaramayıp sahiplerinin ellerinde kalmış olan zayıf at ve katırlar üstünde batıya çekilmiştir.

23 Şubat 1916 tarihinde, “Kara Vali” lakaplı Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey, Akçaabat kasabasına telefon açarak, kasaba  halkının kasabadan  çıkarılmasını, Yoroz’a  kadar tüm köylerin  sivil halktan  tahliye edilmesini, asker ailelerinin kayıklarla uzaklaştırılmasını emretmiştir. Kara yoluyla hareket eden muhacir- lerin batıya göçü esnasında Trabzon'da büyük yığılmalar meydana gelmiştir. 21 Şubat 1916'da Artvin, Rize ve Trabzon’da yola çıkan muhacirlerin de Trabzon'a ve özellikle Akçaabat'a gelmesi, görülmemiş bir kalabalık oluşturmuştur. Vali, Trabzon'un batısındaki nüfusu daha batıya aktararak, doğudan gelen muhacirlere yer açmaya çalışmıştır.

İşgal acıları, büyük muhaceret acılarına da yol açmıştır. 1916 yılı Şubat ayının karlı, tipili soğukları, köprüsüz derelerin soğuk suları muhacir kalabalığa pek zor cefalar çektirirken Rus gemileri de ayrıca salvo atışı yaparak onları büsbütün yok etmeye uğraşmıştır. Hele başlarında erkekleri olmayan şehit veya gazi ailelerinin yürümekten bitkin hale gelmiş olan dudakları soğuktan mosmor olmuş titreyen küçük çocukların masum halleri, yürekleri parçalayacak bir manzara teşkil etmiştir. Açlık, yorgunluk ve can yakıcı soğuklar içinde derelerin sularına, çamurlara bata çıka ilerleyen bu cefalı yolcular, Harşit Deresi’ni geçmeye çalışmışlardır. 

O sıralarda bu derenin köprüsünün olmayışı nedeniyle halk “Kelek” denilen bir kayıkta dereyi geçmek zorunda kalmıştır. 

Yeni gelen göçmenler yığıldıkça yığılmış, derenin vadisi mahşere dönmüştür. Keleklere binenlerin bazen sayıları artmış, kelekler alabora olmuş, kadın, erkek, çoluk çocuk bu acı manzarayı görünce imdat feryatları göklere yükselmiştir. Kelekle dereyi geçmek ümidini taşımayanların cesur olanları yüzerek karşı tarafa varabilmiş, atlı olanlar da bu şekilde karşı tarafa varmışlarsa da aralarında suya gömülüp gözden kaybolanlar da olmuştur.

Trabzonlular sadece çileyi muhacirlik sırasında yaşamamıştır. Aslında muhacirliğin gidişi gibi dönüşü de ağır bir çile olmuştur. Bu ağır göçe katlanan muhacirler arasındaki ölüm oranı veya Trabzon’a dönememe o kadar fazla idi ki Trabzon’dan 20 kişi olarak çıkmış olan bir aileden Trabzon’a ancak 5-6 kişi dönebilmiştir.

Trabzon’a varabilen muhacirlerin çoğunun durumu da içler acısıdır. Hilali Ahmer (Kızılay)’in Trabzon İmdat Heyeti Başkanı Yusuf Behçet Bey’in açıklamalarına göre: “Daha rıhtıma ayak basar basmaz Gümrüğün önünde paçavralara sarılmış binlerce kadın ve çocuğun, vapurdan boşaltılan çuvallardan dökülen hububat tanelerini toplamaya çalıştıkları görülmüştü. Büyük kısmı Gümüşhane, Bayburt, Kelkit ve Şiran havalisinden göç etmiş on binlerce muhacir, aç ve sefil bir halde sokaklarda yatmaktaydı. Bunların bir kısmı hayvan pisliklerinde arpa tanelerini toplamaktaydı.

Dört yıl süren savaş, halkta giyecek elbisede bırakmamıştı. Bir kısım muhacirler tamamen çıplak olduklarından, Trabzon dışında hendeklerde barınıyor, dışarı çıkamıyorlardı. 

Tirebolu’dan Trabzon’a kadar uzanan Görele, Akçaabat ve Vakfıkebir mıntıkasında sıtma büyük tahribat yapmakta, sıtmasız köye adeta hiç rastlanmamaktaydı.

 1918 yılında Trabzon’da başlayan İspanyol Nezlesi sebebiyle de büyük can kaybı yaşanacak, muhacirlikten dönenlerin üçte biri ölecektir. Salgında sadece Akçaabat'ta 5000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Aynı yıl, muhacirlikten dönenlerin getirdiği frengi salgını da başlayacaktır. 

Şehrin ve Trabzonlunun o ağır yaşamı bu menfiliklerle sınırlı değildi elbette. Ruslarla yapılan mütareke sonrasında Trabzon’a gelen Türk heyetin izlenimlerinde facialara rastlıyorsunuz. Bu heyet içinde bulunan edebiyatçımız Ruşen Eşref Ünaydın Bey de işgal yıllarına dair çok anlamlı tespitler yapmıştır. Ona göre; 

"Şehrin en acıklı safhası Rusların çekilme zamanına tesadüf ediyor.
Bir gün içinde çeteler ve yerli Hıristiyanlar yüz kişiyi kesmişler.
Rus idaresinde Trabzon müftülüğü etmiş bir Hoca Efendi bana ne kadar dilhıraş vak’alar nakletti. Şehrin bitişiğinde Kavak Meydanı’nda, Sultani’den az ötede eski bir Ayasofya Camii vardı ki Ruslar orasını ahır yapmış. İşte çeteler birçok Müslümanı oraya kapamışlar ve tatbik etmedikleri kötülük kalmamış; başından, kollarından ve ayaklarından çivilerle diri diri put şeklinde duvara çaktıkları insanlar, kafataslarını sopalarla patlatıp, beyinlerini elleriyle kopardıkları adamlar, gözlerini oyup değneklerini o oyuklarda bıraktıkları mazlumlar…" 

Detay içeren bu ifadelere rağmen Ünaydın, her şeyi anlatamadığını da itiraf eder ve der ki; 
"Ben, Trabzon’da gördüğüm bütün şeyleri size ancak o köylüler gibi yarım yamalak anlatabiliyorum. Sözlerimin ne heyecanı, ne rengi var. Onu, polis müdürünün tahkikatına ait raporları neşredilirse, sinemalar ve fotoğraflar gözünüzün önüne korsa o zaman daha iyi anlayacaksınız.”

Trabzon'un Kaybolan Çocukları ve Tonyalı Osman'ın Hikayesi

Trabzon ve civarındaki işgal ve muhacirlik acılarını en iyi tespit edenlerden biri, tarihçi Ahmet Refik (Altınay)'tir. Ahmet Refik Bey, işgal acılarını incelemek üzere Cemal Paşa öncülüğündeki bir heyetle Trabzon'a gelmiştir. Ahmet Refik'in gözlemleri sırasında tespit ettiği acılardan biri de savaş yıllarında kaybolan Müslüman çocuklara aittir. Savaş ve muhacirlikte çok sayıdaki Müslüman çocuk ya ölmüş ya da kaybolarak büyük bir toplumsal drama konu olmuşlardır. Ahmet Refik, incelemeleri sırasında, Gümüşhane/Torul'da rastladığı Tonyalı Osman'ın dramı üzerinden savaş süresince kaybolan Trabzonlu çocuklara dair çok duygu yüklü tasvirler yapmıştır: 

"Birkaç ay önce ölüm tehlikesi altında titreyen, Ermeni zulmü ile yürekleri çarpan halk, şimdi de açlık tehlikesine maruz kalmıştı. Bu tehlike daha Trabzon’dan başlıyordu. Trabzon’un orta halli kadınları, yanlarında pejmürde kıyafetli çocukları, ellerinde bıçaklar, nafakalarını temin için Karargahın duvar kenarlarında ot topluyorlardı. Hamsiköyü’ne kadar bütün yollarda aç ve sefil insanlardan başka kimse yoktu."

Ahmet Refik Bey, tespitlerinin devamında muhacirlerin acı veren durumlarını anlatmaya devam eder: 

"Cevizlik’te bir sabah, ufak, ela gözlü bir kız karşıma çıktı. Ekmek istiyordu. Ne kadar yazık!.. Kirli bir yemeni altında bütün cazibesiyle görülen yüzü yırtık elbiseleri, güneşten kızarmış bacakları, boynunda kesesi, elinde değneğiyle adeta dilenci rolüne çıkmış zarif bir matmazeli andırıyordu. On, on iki yaşlarındaydı. Kim bilir kaç ay ekmek yüzü görmemişti. Kıza bir ekmek verdim. Fakat teşekküre bile gerek duymadı. Ani bir sevinç onu kendisinden geçirdi. Çılgın ve mütebessim, pür neşeli adımlarla, bir ceylan gibi uçtu. Nasırlı ayakları bir an tozlar içine karıştı. İleride yorgun adımlarla yürüyen anasına, babasına, eşeklerle giden göçmen kafilesine doğru koşuyor, kolunu uzatmış, ekmeğini gösteriyor, sevine sevine bağırıyordu; 'Ekmek, ekmek…' 

Anadolu mahvolmuştu. Açlık, öksüzlük, kimsesizlik, perişanlık her yanı sarmıştı. Dağların çam kokulu yollarında köylerini ve analarını aramak için garip, ayağı çarıklı, sararmış talihsiz çocuklar, ihtiyar kocalarını eşeklere bindirmiş, sarp yolları tırmanan, açlıktan yol kenarlarına yatarak tarlalar içinde lokma ekmek dilenen kadınlar görülüyordu" dedikten sonra Tonyalı Osman'ın hikayesinden bahsetmeye başlar:

"Ardasa’da (Torul) bir akşam, dükkanların önünde dolaşıyordum. Dükkanların önü arabalarla doluydu. Birdenbire karşıma bir çocuk çıktı. Henüz sekiz yaşındaydı. Başında beyaz, eski bir keçe külah, arkasında mavi yamalı bir mintan, bacağında kirli bir şalvar, ayağında eskimiş bir çarık, sarışın, topuz, mavi gözlü bir oğlandı. Yanıma yaklaştı, utangaç gözlerini dikerek, parmağını ağzına götürdü, masum ve öksüz bir sesle sordu: “Burada muhacirlere ekmek veriyorlarmış”. 

Birdenbire anlayamadım. Tekrar sordum. Kaymakam Bey, biraz ilerde aç ve sefil göçmenlerle meşgul oluyordu. Bunlar, Rus işgali, Ermeni mezalimi üzerine vatanlarını terk eden, bir kaç sene Anadolu’nun ücra köşelerinde sefalet içinde yaşadıktan sonra, evlerine barklarına dönen Türklerdi. Çocuğu, Kaymakam Bey’in yanına götürdüm. Sordu. Bir dakika içinde etrafımız köylülerle dolmuştu. Çocukla konuştuğumuzu gören köylüler kahvehaneden birer birer çıkıyorlar, garip ve tecessüslü tavırlarıyla bizi dinliyorlardı.
İçlerinden biri derhal söze karışarak çocuğa sordu:
“Oğlum sen hangi köydensin, adın ne?”.

Çocuk durmadan  çarığı ile toprağı kazıyor, parmağı ağzında, öne doğru eğilen gözlerini yukarı kaldırmış, korka korka ve düşünerek cevap veriyordu: “Adım mı? Osman. Haşılya’danım”. İçlerinden biri çocuğu tanıdı: “Tonyalı Ahmed’in oğlu…” dedi. 

Çocuk önüne bakıyor, kalabalıktan adeta ürküyordu. Gözlerini yere dikmiş, sorulan sorulara sakin cevap veriyordu. Zavallı çocuk, iki senedir anasını babasını görmemişti. İki senedir, öksüz, kimsesiz, ufacık boyu, masum kalbiyle Giresun’da kahve köşelerinde yatmış, aç kalmış, tahammül etmiş, merhamet görmüş, yaşamıştı. Artık o, anasını babasını ölmüş, kendisini kimsesiz biliyordu. Köyünün yanı başına gelmiş de haberi bile yoktu. Karnı açtı. Bir lokma ekmek bulmak istemişti. Göçmenlere ekmek verildiğini kimden duymuşsa, hiç tanımadığı, bilmediği beni bulmuş, bükük boynuyla ekmek istemeye gelmişti. Köylülerden biri ilerledi: “Oğlum senin anan, baban sağ” dedi. Allah!

Osman’ın kirli yüzü kıpkırmızı kesildi. Yerlere bakan mavi gözleri birdenbire karardı. Küçücük kirler içindeki elleri asabi bir heyecanla gözlerine yapıştı. Kalbinin en derin köşesinden gelen bir ağlayış ve inilti başladı, zavallı Osman, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözlerinden dökülen, küçük parmaklarından sızan yaşlar, kirli yüzünde beyaz izler bırakarak akıyordu. Dağlar kararıyordu. Ben ve beş köylü bir yangın hara- besi ortasında, anasına, babasına kavuşmuş bir masumun acı gözyaşları karşısında dilhun oluyorduk".