Sabırlar İş Merkezi B Blok Kat:1/4 / Yomra - TRABZON
Sabırlar İş Merkezi B Blok Kat:1/4 / Yomra - TRABZON
GÖZE
Dik fındıklıktan aşağı doğru ‘koş’ komutu alan çocuklar, göz göze geldiler. Bu, en iyi çıkışı yapabilmek için kulvardakilere atılan son yıldırma bakışıydı. En köşedekinin yılması için zaten tüm şartlar hazırdı. Yokuş aşağı koşamazdı. Üstelik de ‘tokyo’ terlikle mümkün değil gibi görünüyordu. Böyle aciz zamanlarda ‘onların bilmediği bir çözüm olmalı’ diye düşünür, harekete geçerdi. Ancak bu sabah ‘sabah kırağısı’nın da çökmüş olması daha da zor bir boyuttu.
Su bidonunun ipini omzuna ve boynuna hızla geçirdi. Karşı taraftaki kalın naylon brandayı çekti aldı. Çıkardığı tokyo terliklerini eline alıp tamamen ters ve düz istikamete doğru koşmaya başladı… Arkasından seslendiler.
- Heeyy nereye?... nooldii?..!
Şaşkınlıkları geçmeden, evdekilere koşup anlattılar. Evdekiler de anlam veremedi. Endişelenmediler, öğrenmek için dönüşünü beklemeyi tercih ettiler.
‘ŞANA’…
Yaradan’ın cennet köşelerinden birisi. Denizin uysallaştığı koy. Akarsuların arttığı vadiler. Toprağın koku- sunun başkalaştığı, kızılağaçların çoğaldığı dereler. Güneşin farklı parladığı yer. Sahilde ‘ŞANA’ ne kadar düz ise yükseldikçe o kadar eğimli. Arazinin ve iklim şartlarının bu şekli, yaşam koşullarına da aynı şekilde sirayet etmiştir. Kılık kıyafet, yeme içme, çalışma hayatı, insanların eğlence anlayışı tamamen farklı yapıya sahiptir. Yani elli yüz yıl öncesi “Şanalıyım” diyebilen, bu küçük topluluğun ve bu küçük yerin güzel tezatlığıdır yaşanan.
Aradaki uzaklık, birkaç kilometreden ibaret olsa da!..
Hikâyenin çocuğu, bildiği göze suyunun hizasına kadar dar patika yoldan koşabildiği kadar koştu. Tahmini doğrultuda, kalın naylon brandasını çıkarıp üstüne oturdu. Korkuyu o anda hiç mi hiç hissetmiyordu. Kendini, sıkıca tuttuğu naylonla eğime bırakıverdi. Yavaş yavaş derken, kalbi hızlanmaya başladı. Artık durması mümkün değildi. Kendine yön vermeye çalışıyordu. Bir fındık ocağına sırtı bir parça vurdu. “Acımadı” dedi, içinden. Sonra aklına, iki yıl önce “seni ŞANA’ya götüreceğim” dediklerinde düşündükleri geldi.
ŞANA, kendi yaşıtı güzel bir kız ismi gibi. Hayal etti… Süslü bir okul arkadaşı. Ya da kopamadığı, hırçın, kavgacı, erkek traşlı kız… o vakit çok heyecanlanmıştı. İçinden yine tekrarladı.
- Gözeye önce ben varmalıyım…
Sonuç; mükafatlı değildi. Sadece “yaa!.. sen nasıl başardın?” cümlesinin sevinciydi. İkinci fındık ocağının alçaklığını kestiremedi. Alnını dallar sıyırdı. Hızı artarak devam ediyordu. En son bir kaya gördü. Artık durmak mümkün değildi. Kayadan yükseldi, gözenin çamuruna hızla gömüldü. Hareketsiz vücudundaki sızıların şiddetini dinledi. Kendi kendine,
“Yaa!. Hiçbir şeyim yok... Devam edebilirim” diye tekrarladı.
Koşar adımlarla, taşlardan sıçrayarak, ikinci kez geldiği gözeye yaklaştı. Çamurla sıvanmış, tutturulmuş tomara yaprağının zarafetine, çocuk kimliğiyle hayran kaldı.
Simetrik, düzgün temiz ve taze tomara yaprağından dupduru, serçe parmak kalınlığında soğuk bir su akıyordu. Bidonunu yarıya doldurmuştu. Diğer çeşmeye çocukların varıp varamadığını da merak ediyordu. Bu düzlük, çok güzel kokuyordu. Cevizler, kızılağaçlar, kavaklar derenin sesiyle salınıyorlardı. Yüksel- tilmiş ağaçların üstünde, kurumaya bırakılmış ot yığınları, bilmediği çiçekler ve böcekler de eşlik ediyorlardı. Her şey iç içeydi. Bu huzurla güneşe gözlerini kırpıştırırken, bir hışırtı duydu. Duyuyor muydu yoksa ürpertisini mi hatırlıyordu?
Seçemedi, zorlandı! Korku hissinin ağırlığıydı bu; anladı. Büyüklerinin anlattıkları ve söylenilenler hafızasından geçiyordu.
“O büyük kayanın altında, yılan yuvası var.” Kulakları ateşlendi. Elleri terledi. Ayakları sanki yere çakıldı. Hışırtı yaklaşıyordu. Aniden, istemsizce. “Şanaaa” diye bağırdı.
Kendi sesinden sallandı. Neden böyle bağırdı?!.. Her büyüdüğü yıl, kendine soracaktı. Fakat cevabı asla bulamayacaktı. Neden ‘ŞANA’?
Bir iki saat sonra...
“Şanaaa” diye tekrarladı.
Göğsünü dolduran sesin gücü, O’nu kendine getirdi. Hışırtı yok oldu. İpe bağladığı su bidonunu omzuna aldı. (Daha sonraki yıllarda bu ağır bidonun iki litrelik kolonya kabı olduğunu tebessümle hatırlayacaktı.) Dik ve kısa mesafeyi birkaç nefeste ‘korku hızıyla’ nasıl bitirdi, anlayamadı. Düz mesafede korkunun yerini, sevinç, enerji, özgüven almıştı.
Kapıda beliren babaanne,
- Oy uşağum, ne çabuk gittun da geldun, şimdi çayı koyayrum, deyip suyu elinden aldı.
Az sonra gelen çocuklar da, mutluluğa ortak olacak kadar güzel ruhlara sahiptiler.
- Sen geldin mi?! Dediler, hep birlikte.
- Biz korktuk sana bir şey oldu diye...
- Ses duyduk, bağırdın mı?!..
Tam “evett” diyecekken gurur, “yaa” dedirtti.
Sularını bırakan çocuklar etrafını sardı.
- Haydi gel, kahvaltıya kadar evin merdiveninde ‘beş taş’ oynayalım dediler.
O da Şanalı çocuklar gibi hissetti. Çocuk sesinin güzelliğine karıştılar. Renklendiler. Yıllar sonra aynı güneş başka yerde, çam ağaçlarının üstüne, kırağı da çimenlere düşmüştü. Fakat çaydanlık tabanındaki kirecin kalınlığı, eskilerden sadece biriydi. Havanın ağırlığını, metal yükünü bu birkaç ağaç sırtlayamıyordu. Bardağa dökülen çay hafıza yoklamasına zemin hazırlıyordu.
“Ah! Şana” dedi.
Yılanlar, kuduz köpekler, örümcekler, çekirgeler hepsi çocukluk korkusuydu. Aynı yerde, değişen halle- rinle oradasın. Vadilerden doğan güneşin, akan duru derelerin, sızan gözelerin, tadına doyulmayan meyvelerin ve nice güzelliklerin…
Ne kadar değişsen de…
ŞANA...
Var olan değer, hikâyelerin...
Derlenip toplandıkça can bulacak güzelliklerin.
’ŞANA TAKA’ umut olsun.